BÖYLE BİR GÜN VARDI
Bir şey bana doğru yaklaşıyordu.
Onu ben çağırmıştım.
Ama insan neyi, kimi çağırdığını bilmez ya, işte biz öyle de ilk defa tanışacaktık.
Gerçi o beni tanıyordu, tanımasa nereye doğru gideceğini, kime yanaşacağını, veya neye benzediğimi bilemezdi.
Ama geliyordu işte bana doğru.
Bekliyordum onu, yazarak, koşarak, yiyerek, uyuyarak, uyanarak, durarak, umarak, neyi olduğunu bilmeden umarak, ve güneşlenerek, normalde yaptığım her şeyi normal seyrinde yaparak bekliyordum. (Belki bunu size okuyacağımı da bilerek bekliyordum onu.)
Bana olan mesafesini kestiremiyordum.
Bana ulaşmak için kullandığı vasıtayı bilmiyordum.
Vasıta kullanıyor muydu, onu da bilmiyordum.
Belki yavaş yavaş yürüyordur, sabırsızlanma, dediğim günler oluyordu kendi kendime.
Geliyordu ama, bu konuda hemfikirdik.
Belki henüz yola çıkmamıştı bile, ama bu geliyor olduğu gerçeğini değiştirmiyordu işte. Durduğu yerden bana bakıyordu belki. Belki mola vermişti. Ama geliyordu.
Yola çıkmıştı ya da çıkacaktı. Hiç farketmezdi.
Mutlu ve heyecanlıydım bazı günler geleceği için, bazı günler korkuyordum.
Ama titremiyordum, öyle bir korku değil.
Tanışınca bana ne olacağını bilememenin korkusuydu bu.
Neyse, çoğunlukla mutlu ve heyecanlıydım, geliyor diye, misafir ağırlayacağım diye ve belki de bundan sonra hep yanımda kalmak isteyecek diye.
Sonuçta ben çağırmıştım onu, kim olduğunu bilmeden bile olsa, gelse iyi olur diye düşünmüştüm ta ne zaman.
Hatta sadece onun gelmesinin uygun olacağını düşünmüştüm bu noktada.
Onu tanımasam da, onun gelmesi için, gelmesi ve rahat etmesi için uygun koşulları oluşturmaya çalışmıştım.
Geleceği varsa ancak böyle gelebilir diye düşünmüştüm.
Çağırmam da yalnızca bundan ibaretti zaten,
kendimdeki organizasyonu bana gelmek isteyebileceği, hatta gelmek zorunda kalacağı bir şekilde yapmak.
Davetiye falan yollamamıştım yani, yer ve zaman belirtmemiştim.
Ben demiştim, burada olacağım. Gel beni bul.
—
Öncesinde sonrasında bir şey olmadan yapabildiğimiz ne kaldı?
Öncesine sonrasına bir şey koymadan düşünebildiğimiz ne kaldı?
Dostlarımızı, randevularımızı, sözde hayatını merak ettiğimiz insanları, kitap okumayı bile, olan biten tüm diğer şeyler arasına bir yerlere sıkıştırmıyor muyuz sürekli?
Elbette ki bu bizim suçumuz değil. (söylediğine kendi bile inanmaz bir tavırla)
Bizi harıl hurul çalıştıran patronlar, bedenimizi ışık hızında kullanmaya hunharca teşvik eden bu şehir.
Geçen gün marketten eve yürürken o kadar acele içindeydim ki, ayağımda terlik, baş parmağım, ucu betondan çıkmış bir rögar kapağına girdi. Tırnağım kırıldı. Bundan birkaç sene önce, işten eve giden yolda, markette durmuş, kasada aldığım mutfak eksiklerini okuturken, aceleden yumurtalarımı düşürmüştüm. Eve giderken bile acele içinde olan halime, “Nereye yetişiyorsun Zeynep? Bunun sonunda ölüm var bak.” demiştim. Oradaki acelem zamansal bir şey değildi. Mekansal bir şey de değildi. Ne gibi bir şeydi öyleyse?
Kaplumbağa ile tavşanın hikayesini hatırlamaya çalıştım sonra. Sahi, kaplumbağa nasıl yeniyordu tavşanı yarışta? Evet, ana fikir olarak neden kaplumbağanın tavşanı yarışta yenmesi gerektiğini anlayabiliyorum. Çocuklara anlatılan masallarda ne pahasına olursa olsun erdemli olmanın tembihlendiğini biliyorum. Ama lojistik olarak bu hikaye nasıl ilerliyordu, ne oluyordu da tavşan yarışta geride kalıyordu diye hatırlamaya çalıştım.
Tavşan küstahlığına yenik düşüp uyumuş meğersem. Değil karşındakini küçümsemek, kendini küçümsemek küstahlıkmış meğersem.
Acelemiz yok, demiştim sana. Hayır, acelemiz var, demiştin.
Ertesi gün bu sefer sen, bir acelemiz yok dedin. Hayır, dedim, acelemiz var.
—
Hangimizin ağır adımlarla kendini dönüştürmeye sabrı var?
Hangimiz arzu yolunda koşar adım giderken “dur” kelimesini hatırlayabiliyoruz?
Hangimiz karalar bağlamıyoruz, perona adım attığımız anda giden treni gördüğümüzde?
Bu dünyanın tüm tavşanlarına karşı bir kaplumbağa edasıyla yavaş, temkinli, küstahlıktan arınmış ve kendine güvenen adımlarla gitmenin tembihlendiği bizler, geldiğimiz hale bakın!(seyirciye işaret eder, elleriyle hepimizi gösterir)
—
Durmaya karar verdim.
Gitmesi için, gidebilmesi için, durmaya karar verdim.
Bir şey benden uzaklaşıyordu.
Ona ben git demiştim.
Ama insan neyi, kimi, tam olarak nasıl iteceğini bilmez ya, işte biz de ilk defa öyle ayrılacaktık.
Gerçi ben onu tanıyordum, tanımasam, kimden uzaklaşacağımı, kimi iteceğimi bilemezdim.
Ama gidiyordu işte benden öteye.
İstemiyordum onu, yazarak, koşarak, yiyerek, uyuyarak, uyanarak, durarak, umarak, neyi olduğunu bilmeden umarak, ve güneşlenerek, normalde yaptığım her şeyi normal seyrinde yaparak istemiyordum onu. (Belki bunu size söyleyeceğimi de bilerek istemiyordum onu.)
Bana olan mesafesini artık kestiremiyordum.
Ondan uzaklaşmak için kullanmam gereken vasıtayı bilmiyordum.
Vasıta kullanmam gerekiyor muydu, onu da bilmiyordum.
Belki yavaş yavaş yürürüm, kolaylaşır, dediğim günler oluyordu kendi kendime.
Gidiyordum ama, bu konuda hemfikirdik.
Belki henüz yola çıkmamıştım bile, ama bu gidiyor olduğum gerçeğini değiştirmiyordu. Durduğum yerden ona bakıyordum belki. Belki bir mola vermiştim. Ama gidiyordum.
Yola çıkmıştım ya da çıkacaktım. Hiç farketmezdi.
Mutlu ve heyecanlıydım bazı günler benden uzaklaştığı için, bazı günler biraz korkuyordum.
Ama titremiyordum, öyle bir korku değil.
Gidince bana ne olacağını bilememenin korkusuydu bu.
Neyse, çoğunlukla mutlu ve heyecanlıydım, gidiyor diye, gidiyorum diye, misafirliğin kısası makbuldur, ve belki de bundan sonra hep onun uzağında olacağım diye.
Sonuçta ben git demiştim ona, kim olduğunu bilmeden bile olsa, gitse iyi olur diye düşünmüştüm ta ne zaman.
Hatta sadece onun gitmesinin uygun olacağını düşünmüştüm bu noktada.
Onu tanımasam da, onun gitmesi için, rahatça gitmesi için uygun koşulları oluşturmaya çalışmıştım.
Gideceği varsa ancak böyle gidebilir diye düşünmüştüm.
Bağırmam, öfkelenmem, gitmesini istemem da bundan ibaretti zaten, kendimdeki organizasyonu benden gitmek isteyebileceği, hatta gitmek zorunda kalacağı bir şekilde yapmak.
Ret mektubu falan yollamamıştım, bir veda yazmamıştım yani, yer, zaman veya bir sebep belirtmemiştim.
Ben demiştim, şurada olacağım. Git artık.
—
bu vesileyle, derim ki, (veya tutkal’dan Kontrolsüz Sinir A.Ş).
bi lojistik firması kuralım
üstümden kalk bi önce sen
ben de hangi sokak olursa olsun başımı dikeyim ve yürüyeyim
insanlar yürüyüşlerine gitmişler
insanlar yürüyüşlerine kalkmışlar
İstanbul’dayım ve yazıyorum
belki bugün seni öperim
camdan bakıyorum, bakıyorum lojistiğim farklı
yirmi üç senelik çam ağacı
ancak o kadarını bilirim de o ben yokken de vardı
İstanbul’dayım ve yazıyorum
söyleyen sen olmasan da duydum
üç duvarıma yankı yapan bendim de dördüncüyü boş mu bıraksam
kumdan kaleleri deniz alıp götürüyor zaten
sizi çok özledim
ama nerede istiyorsanız orada kalın
şimdi ben de kalkıyorum.
—
Geride bırakılıyorum.
Arkada kalıyorum bir şekilde.
Benim istediğim gibi olmadığınız için değil,
doğru olanı yapmadığınız için öfkeleniyorum.
Tek (elinin işaret parmağını kaldırır) doğru yol benim yolummuş gibi hissetmiyorum elbette ki. Ama bazı yolları da doğru bulmuyorum.
Konuşuyoruz. Duruyoruz. Ben ağlıyorum.
Geriden geliyorum ağlayarak.
Olduğum yere çakılıp kalıyorum bazen, gözyaşlarımla.
Sonra durduk yerde erkeklerle savaşıyorum.
Savaşmak istemiyorum erkeklerle.
Erkekler niye erkeklerle savaşmıyor, (gözler seyirciye döner)
keşke erkekler de erkeklerle savaşsa, diyorum.
Sonra diyorum ki, niye savaştırdın insanları şimdi durduk yere birbirleriyle.
Sonra hatılıyorum ki, erkekler zaten savaşıyor erkeklerle.
Halimiz bu yüzden böyle.
Varız demek yetsin istiyorum.
Bize yetiyor. Sana. Bana.
Bakın bana, ben varım.
Kaplumbağa da böyle demiş midir acaba?
—
Ama şimdi, asıl konuya gelecek olursak,
Her şeyin çözümlendiği bir gün vardı.
Beklediğim şeyin geldiği,
Gitmesini istediğim şeyin gittiği,
Geldi mi gitti mi diye teyid bile edilmediği,
Ama artık öyle inanılması gerektiği,
Öyle olduğumuz bir gün vardı.
Bu günün içinde yalnızlık, (elinin işaret parmağını kaldırır) tek olabilmek vardı.
Bu günün içinde birlikte olabilmek vardı.
Parçadan bütün ilişkisi kurabilmek vardı.
Parçalanmamak vardı bu günün içinde.
Parçalarına ayrılmış birinin hikayesini dinlemek vardı.
Parçalanmışlık karşısında üzülmek de vardı, sevinmek de.
Hikayeleri sevmek vardı.
Duyulanlar karşısında susulması gereken zamanda susmak,
gülünmesi gereken zaman gülmek,
ve sadece o sesin çıkartılması gereken zamanda da o sesi çıkartabilecek özgürlüğü kendine tanımak vardı.
Kendini tanımak vardı.
Haberleri olmayan insanlara dair, haberleri olmadan verdikleri bilgileri bütünlemek vardı. Yeni tanışmalar vardı, hoşgeldinler, hoşbuldumlar, bulgular vardı.
Buluşlar vardı. Belki bulgur pilavı bile vardı.
Yeni yollar vardı bugünün içinde. Yeni oklar. Yeni yönler vardı. Güneş vardı.
Of şimdi güneşin altında yatmak vardı.
Diğer her şeyden ve herkesten olduğu gibi, güneş ışınlarından da kendimi korumam mı gerekiyor yoksa korumamam mı gerekiyor sorusu vardı.
Elbette ki kendimizi korumamız gereken şeyler vardı.
Ama kendimizi korumasak daha iyi olur dediğimiz şeyler de vardı, bunlar bizi hayatta tutardı.
Az kalsın unutacaktım, barikatlar da vardı bu günün içinde.
Epeydir bu şehirde barikatlar vardı.
Bunun karşısında, her şeyi kendinde yaşatabilme bilgisi vardı. Yeni bilgiler vardı.
Sevilmeyen eski bilgiler. Kırılan yargılar vardı.
Sen vardın, ben vardım, onlar vardı.
Biz olmadan biz olabilmek vardı. Bütün bu oluşların nasıl olduğunu görebilmek vardı. -ebilmek eki vardı bugünün içinde.
Affetmek vardı. Haykırmak vardı. Sevgi vardı.
Hızlı işlemcilerin ve karmaşık ilişkilerin yavaşlıkta ve basitlikte söylediği şarkısı vardı.
Yetişmeye çalışan bir halimiz vardı - vapura, kendi yaşımıza, mutfağın en üst dolabına.
Acayip mutlu olan bir halimiz vardı.
Sonra bizde doğan bir düşünce vardı,
bu düşünceyi herkesin gündemi yapma çabalarımız vardı.
Gülünç bir halimiz vardı.
Sistemi değiştirmek için sistemin içine girmeye pek de yeltenmeyen bir halimiz vardı.
Sokakta birbirimizi dahi görsek tanımazmışız gibi,
cümleleri sonuna doğru değil başına doğru uzatan bir halimiz vardı,
debelenerek, sendeleyerek,
sayaçların faturalarında yazan rakamlara alıştığımız,
korkmuyormuş gibi yapan,
suratınıza bön bön bakan,
ve tüm bunları anlamamış gibi yapan bir halim vardı benim de,
bu halimle baş etmek daha kolaydı.
Evet, kolaylaştırdığım şeyler vardı,
ve bilakis zor olduğu için sevdiğim şeyler,
bunlar beni hayatta tutardı.
Ben vardım, sen vardın, onlar vardı.
Biz vardık.
Taşlar vardı.
Taş gibi öyle ulu orta duran şeyler vardı.
Bizden önceki süreçlerine hakim olmadığımız, elimize düşmüş, bize hediyeler getirmiş insanlar vardı.
E bizim de hediyelerimiz vardı onlara.
Ama Birer karşılık olarak değil,
tıpkı taş gibi,
orada durarak,
durduğumuz,
orada durarak,
verdiğimiz,
gelenin gelmesini,
gidenin gitmesini,
durarak bekleyen bir halimiz vardı.
Giden gittiği ve gelen geldiği için de
artık bırakan bir halimiz vardı.
İzin verdiğimiz için,
her şeyi bir kenara bırakan.
Vazgeçtiğimiz bir gün vardı.
Diyorum size:
bu halimizle baş etmek daha kolaydı.